Varoluşçu Cinsel Terapi
Bilinçle bedene odaklanılması “beden terapisi”, bilince duyguya odaklanılması “duygu odaklı terapi” ve bilinçle düşüncelere odaklanılması da “bilişsel terapi”nin özünü oluşturur. Düşünce, duygu ve duyumlarımız sonucunda davranışlarımız ortaya çıkar. Bilinçle davranışlara odaklanılması “davranışçı terapi”nin, bilinçle seçimlerimizin sorumluluğunu almaya odaklanılması da “varoluşçu terapi”nin esasını oluşturur.
Varoluşçu cinsel terapinin kendi inceleme yöntemi (fenomenoloji) ve Heidegger’in ontolojisinden üretilmiş “güdülenme, dünya içinde birey olmak, fenomenleri tanımlamak ve açıklamak, hayatın sorumluluğunu almak, sürekli olmak ve gelişmek, doğa ile bütünleşmek, ölüm gerçeği ile yüzleşmek, hayata anlam ve değer katmak, şu an ve şimdi yapılan gözleme önem vermek” gibi kendi kavramları vardır.
Varoluşçu cinsel terapide tedavinin ilk amacı, danışanın kendi cinsel yaşamının sorumluluğunun bir kısmını olsun üstlenmesine yardım etmektir, bunu başaran danışan seçimler yapabileceğine inanabilir, seçimlerini yapabilir ve bunları eyleme dönüştürebilir. Özgürlükten kaçış olmadığını vurgulayan bu yaklaşımın temel hedefi, bireylerin, eyleme geçme özgürlüğünü ve sorumluluğun risklerini kabul etmelerini sağlamaktır. Bu nedenle terapinin amacı danışanları geleneksel anlamda “tedavi etmek” değil, ne yaptıklarının farkına varmaları ve kendilerini kurban gibi görme konusundan sıyrılmaları için onlara destek olmak ve alternatif olanakları keşfetmelerini sağlamaktadır.
Varoluşçu cinsel terapiye örnek olarak, bir kadın düşünün, kocası hakkında nefret düşünceleri olsun. Onun kendisini mutsuz ettiğinden, hayatını mahvettiğinden yakınsın. Bundan dolayı onu sevmiyor, ondan nefret ediyor ve onu arzulamıyor olsun. Onu gördüğü zaman bedeninde kasılmalar olsun, bir şeyleri atıp kırısın, ona sırtını dönsün, seks yapmayı reddetsin. Bu kadının düşüncesi kolay kolay değişmeyecektir. Kocasının ve yaptıklarının tetikleyici unsurlar olduğunu ve bu düşüncelerinin sonucunda aslında böyle davrandığını ve bu düşüncelerinin gerçeği yansıtmadığını gösterdiğiniz andan itibaren kadının düşünceleri değişmeye başlar. Sonra da duyguları ve duyumları değişir. Ancak sistem tersten de gidebilir. Yani kadın düşüncelerine, duygularına ve duyumlarına hiç odaklanmadan bilinciyle davranışını değiştirirse, seçimlerini ve söylemlerini de değiştirebilir. Örneğin, çok sevdiği birinin hatırı için her şeye rağmen kocasına kapıyı açıp “Hoş geldin kocacığım” derse, onun sevdiği yemeği yaparsa çok farklı şeyler düşünmeye ve farklı duygular hissetmeye başlayabilir. Örneğin terapist kadına, şöyle diyebilir “Seçimlerinizde özgürsünüz. Eşinizle evli de kalabilirsiniz, boşanabilirsiniz de. Sizin seçiminiz nedir? Her seçimin bir gerekçesi vardır. Gerekçeler değişken olabilir ve tartışılabilir ama önemli olan sizin boşanma ya da boşanmama konusunda gerekçeleriniz nelerdir? Çocuklarınız var, ekonomik olarak sıkıntılarınız var ve ‘Bu yüzden evli kalmayı seçiyorum’ dediğiniz andan itibaren bütün gerekçelerinizi silmeniz ve seçiminizin sorumluluğunu almanız ve cinsel yaşam da dahil evliliğinizin gerekliliklerini yerine getirmeniz gerekir. Size ‘Evli kalın ya da boşanın’ diyemem ama siz evli kalmayı seçerseniz kocanıza ondan nefret ettiğinizi gösterecek şekilde davranmamanız gerektiğini söyleyebilirim. Ancak böyle davranacaksanız evli kalmanızın da bir anlamı olmayacaktır.” Ancak bu durumdaki kişiler genellikle ortada durmayı, yani arafta kalmayı seçerler. Ne boşanırlar ne de evliliklerini mutlu bir şekilde sürdürmek için sorumluluk alırlar, arafta kalarak acı vermeye ve acı çekmeye devam ederler. Bu tamamıyla nevrotik bir durumdur. Cinsel isteksizlik bir nevroz olarak en yalın anlamıyla aynı anda iki zıt duyguyu deneyimlemektir. Nevroz bir şeyi hem istememek hem istemek, hayatının ve seçimlerinin sorumluluğunu yetişkin parça ile alamamaktır.,
Psikolojik ve kültürel devinimlerin, bireysel deneyimlerle birlikte var olabileceğini savunan bir felsefe akımı olan “varoluşçuluk”, yaşamın anlamına, tutku ve samimiyet ikilisinin gerçekçi çözümlemelerine dayanır. İnsanın evrendeki yerini, var olmanın niteliklerini, varlığın etki ve tepkilerini soruşturan varoluşçuluk, bireyin yaşamına odaklanır. İnsanın evrendeki yerini, benliğini ve var olma nedenini sorgular. Çünkü insanın hayat boyunca yaptığı seçimler, zorunluluklar ve sorumluluk kendi içinde bir muhasebeyi gerektirir. Bunalıma sürüklenen insan özünden gitgide uzaklaşarak kendine yabancılaşır. Varoluşçu felsefenin üstünde derinlemesine durduğu konulardan biri “yabancılaşma”dır. “Varoluş özden önce gelir” önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturur. Yaftalar, roller, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya diğer önyargılar kişi bazında toplumsal bir maske görevi görür. Kendi değerlerine ve yaşamının anlamına karar veren ve bunları yaparken ortaya bir irade koyması gereken insan, bu maskenin ardında çoğu zaman dışa vuramadığı gerçek bir öz taşır.
Varoluşa dair sorgulamaları ilk dile getirenlerden biri olan Blaise Pascal, “Kendini arayan kişinin seçimleri alınyazısını belirler. Ben, bilen, gören kişiyim,” derken, modern anlamda varoluş terimini ilk kez kullanan Søren Kierkegaard ise “İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir,” demiştir. “Var olmak nedir?” sorusunun cevabını sadece insanın kendisinde bulabileceğini söyleyen Martin Heidegger’e göre insan durmadan belli sınırları aşıp kendini gerçekleştirir, varoluş sürekli bir aşamadır. Varoluş tarzını “Kendisi olarak var olma,” ve “Kendisi için var olma” olarak ikiye ayıran Jean Paul Sartre, varoluşçuluğu edebiyatta hiçlik, bulantı, iç sıkıntısı gibi varoluş sancılarıyla ortaya koymuştur. Sartre’ın düşüncesinde insan özgürlüğün kucağına bırakılmış ve özgürlüğe mahkûm bir varlıktır. Özgürlüğü insana mutluluk vermese de onu oluşturan tek şeydir. İnsan özgürlüğü ile hiçliğe ulaşır, hiçlikle de kendisi için varlığı yani kendi özünü oluşturur.
İnsanın kendisine yabancı olan bu dünyaya nedensiz bir şekilde bırakıldığı görüşünde olan Albert Camus, eserlerinde çağdaş varoluşçuluğun saçmalık, başkaldırı ve intihar gibi özgün temalarını işlemiştir. Çağının olumsuz yanlarını anlatmayı sorumluluğu olarak gören Franz Kafka’nın eserlerinin ana teması ise yabancılaşma, yalnızlık, umutsuzluk ve iç sıkıntısıdır. Varlığın varoluşta aranması gerektiğini savunan Martin Heidegger, öz felsefesine karşı varoluş felsefesi önermiş, insanın kendi varlığını gerçekleştirmek üzere sürekli seçimler ve tercihler yapmak durumunda kaldığını, yani özgürlüğünü gerçekleştirmek zorunda olduğunu söylemiştir. “Yaşamım nasıl anlam kazanır?” sorusunu soran Georg Lukacs’a göre yaşamının anlamını kaybetmiş insan kendine fetişler yaratır ve yarattığı bu fetişlere tapıp, secde edip, kurban sunar.
Varoluşçu terapi, dünya çapında çeşitli biçimlerde uygulanmış ancak Irvin Yalom’a kadar tutarlı bir bütün olarak ele alınmamış ve nasıl işe yaradığı değerlendirilmemiştir. Yalom, “ölüm, özgürlük, varoluşsal yalıtım ve anlamsızlık” olarak bilinen dört temel yaşamsal kaygıyı ele alarak insanları bunlarla yüzleşmeye çağırır. Bu kaygıların kişilikte ve psikopatolojide nasıl ortaya çıktıklarını ve bilgi sahibi olmanın bunları aşmada nasıl yardımcı olacağını anlatır. “Her insan ölümden kendi tarzında korkar. Bazı insanlar için ölüm anksiyetesi hayatın arka planındaki müziktir ve her etkinlik o anın bir daha asla gelmeyeceğini düşündürür,” diyen Yalom, psikoterapide “şimdi ve burada” kavramlarına ağırlık verir.
Varolmayı seçmek, gerçekten yaşamaktır, sorumluk ve cesaret gerektirir. Varolabilmek için insanın sevip üretmesi, bir ilişki içinde olması, şu an ve şimdide yaşaması, seçimleriyle uyum içinde varoluşunun keyfini yaşaması gerekir. Şu an ve şimdide yaşamak, uyanık olmak, yaşanılanların farkında olmaktır. Çünkü insanın tüm hisleri ve düşünceleri geçmiş ya da gelecekte değil, şu anda yer alır. “Geçmiş geçmiştir, artık onu değiştirebilmek mümkün değildir, gelecek ise henüz gelmemiştir, bu yüzden neler olacağını hiçbir zaman bilmek mümkün değildir,” inancıyla insan, doğru yaşamın sadece anlardan ibaret olduğunu bilmeli, yaşamın şu anda içinde olunan dakikalarda gizli olduğunu keşfetmelidir.
Kaynak: Cinselliğin Dayanılmaz Ağırlığı, Psikoterapist Cem KEÇE
Cinselliğin Dayanılmaz Ağırlığı
SAĞLIKLI ve MUTLU BİR CİNSEL YAŞAMA YARDIMCI OLAN TEKNİKLER…
Yıllardır psikoterapi, evlilik terapisi ve cinsel terapi yapan Cinsel Terapist CEM KEÇE, cinsel sağlık alanındaki 20 yıllık deneyim ve birikimlerini bu kitapta okuyucularına sunuyor. Erken boşalma, sertleşme sorunları, cinsel isteksizlik, orgazm sorunları ve vajinismus gibi en sık görülen cinsel sorunlardan cinsel sapkınlıklara, güzel sevişme sanatından cinsel isteği arttırmanın yollarına, seks oyunlarından seks oyuncaklarına, kadim seks öğretilerinden yeni cinsel tedavi tekniklerine kadar, cinsellikle ilgili tüm konular ayrıntılı olarak irdeleniyor, çok özel tavsiyeleri ve pratik bilgileri içeriyor. Cinselliğin Dayanılmaz Ağırlığı, kaynak kitap olarak bütün kütüphanelerde ve herkesin evinde bulunması gereken bir başyapıt…
Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği – CİSED