Varoluşçu Psikoterapiler
Oldukça özgün bir yaklaşım olarak kabul edilen varoluşçu terapiler, temel olarak felsefedeki fenomenoloji ve varoluşçuluktan (egzistansiyalizm) etkilenmişlerdir. Bu yaklaşımın tedaviler konusundaki önermelerine geçmeden önce, hangi ihtiyaçlardan doğduğunu kısaca gözden geçirmek yararlı olacaktır.
Kimi düşünürlere göre, günümüz insanı, çağımıza damgasını vuran bilimsel ve teknolojik gelişmelerden büyülenmiş gibidir. Bu alanlara verilen önem gitgide daha da artmaktadır. Bilimin sağladığı başarılar, kendi yöntemini her alana yaymak için elverişli bir durum yaratmıştır. Nedensellik ve nesnellik gibi doğa bilimlerinin temel ilkeleri insan bilimlerine de aktarılmış, böylece insani varlık, işlevlere, mekanizmalara, elemanlara indirgenir olmuştur.
Analitik yöntem denen bileşenlere ayırma çabası insan davranışlarını açıklamada da kullanılır olmuştur. Fizikteki enerjinin sakınımı yasası, biyolojik bilimlere, hatta psikolojiye, “dürtülerin birbirine dönüşebilirliği” ilkesi adı altında sokulmaya çalışılmıştır. Bir yandan insan bilimlerinde yeni nedensel belirlemeler (determinizm) araştırılırken, öte yandan da yeni ruhsal aygıtlar formüle edilmeye çalışılmaktadır. Bu gelişmeler ruhsal bozukluklarla ve olgularla ilgilenenleri de etkilemiştir. Psikolog ve psikiyatristler de kendi alanlarında fiziktekine benzer evrensel yasaları bulmak üzere yarışa girmiş bulunmaktadırlar.
Doğa bilimlerinin yöntemi ile ruhsal hastalığın belirtilerini saptamak, davranışları gözlemek, benzerlik gösteren olguları önceden verilmiş hastalık türleri içinde toplamak güdülen amaç olmuştur. İnsan bilimlerindeki bu “nesnelcilik” ve “doğalcılık” (natüralizm) eğilimlerine karşı çıkan ve kendilerine “varoluşçu” adını veren bir grup düşünür, seslerini etkili bir biçimde duyurmaya başlamıştır.
Bu düşünürlere göre, insan doğadaki öteki canlı ve cansız nesnelerle aynı kategoriye sokularak incelenemez. İnsan bilimlerinin amacı, doğa bilimlerindeki gibi açıklamak değil, anlamak olmalıdır. Bu da ancak özne üzerine odaklanmakla, başka bir deyişle, başkasının yaşadığı duygu ve deneyimlere karşı duygusal katılımda bulunmak ve insani varoluşun gerçekleştiği çerçeveyi anlamak ve keşfetmekle sağlanabilir. Bu görüşe göre, nesnellik kaygısı güden her tür indirgeyicilik insan bilimlerinde ancak yanılmayı temsil edebilir.
Fenomenoloji, doğuşundan kısa süre sonra, insan bilimlerinde bir yöntem olma niteliğini kazanmış, varoluşçuluk ve varlıkbilim (ontoloji) de özgün bir insan anlayışı biçimine bürünmüştür. Fenomenolojinin psikoloji alanında bir yöntem olarak sağladığı başarılara karşılık, tedaviler konusunda geri kaldığı genellikle kabul edilmektedir. Bu konuda Amerika’dan ünlü terapist Rollo May şöyle demektedir:
“Mekanistik ve objektivistik bir uygarlık tarafından yaratılmış ve tedaviciye her zaman bir üstünlük atfeden tedavi ilişkisi gerçek varoluşa (otantisite) aykırıdır. Teknik bir iş biçimindeki bu tedavi anlayışı gerçekte terapistin sorumluluğunu yalnızca iyileştirmeyle sınırlandırarak ucuzlatmaktadır.”
May’e göre, gerçek ve sahici bir hasta-tedavici ilişkisinin kurulabilmesi için fenomenolojik antropoloji ilkelerine geri dönülmelidir. Bu ilkelerin neler olduğuna girmeden önce belirtmeliyiz ki bu yöne ağırlık veren tedaviler alanında geniş bir çeşitlilik bulunmaktadır.
Klasik psikanalizin birçok tekniğini kullananların yanı sıra, bunu tümüyle yadsıyarak mistisizmi devreye sokan birçok varoluşçu tedavi yaklaşımına rastlanmaktadır. Çeşitliliklerine rağmen tüm varoluşçu psikoterapilerin ortak yanlarını üç temel çizgide toparlamak mümkündür.
- Danışan-Terapist İlişkisi
Bu ilişkinin gerçek bir eşitliğe dayanan birlikte varoluş (koegzistans) olması gerektiğini ileri süren düşünürler, psikanalizin divanını kullanmayı reddederler. Bilindiği gibi psikanaliz divanı, terapisti danışanın, danışanı da terapistin bakışlarından kurtarmayı amaçlamaktadır. Varoluşçu psikoterapilerde bunun yerine gerçek kişiler arası ilişkiyi somutlaştıracak biricik yöntem olan yüz yüze ilişkiye önem verilir. Aslında yüz yüze ilişkinin psikoterapi tarihinde oldukça eski bir geçmişi olduğu bilinen bir gerçektir. Adler, bu yöntemi 1913’teki bir yazısında övmüş, Jung da 1914’te kabul etmiştir. Otto Rank ise 1923’te bu yöntemin Freud’a karşı savunmasını yapmış, non-direktif psikoterapinin kurucusu Carl Rogers tarafından da sistematik uygulaması başlatılmıştır.
- Anlama
Varoluşçu terapistlere göre, hastanın dünyasını ve varoluşunu onun özelliği içinde anlamak, kavramak gerekir. Yaşadıklarını terapi seanslarına getirme ve bunlardan kendisi için daha iyi bir anlam çıkarma olanağını arayan danışanın yaşantılarını ifade etme yoluyla katıldığı bu etkinlik, terapistin de kendi kişisel yargılarını parantez içine almasını ve sonuca varma, açıklama gibi çabaları reddetmesini gerektirir. Tanı endişesi bile terapistin kafasında olmamalıdır. Anlama ancak şu işlemler yerine getirildiğinde gerçekleşebilir:
- Toplanmış tüm materyalin anlamlarının açıklığa kavuşturulması, başka bir deyişle, danışanın tüm ifadelerinin anlam çözümlemelerinin yapılması.
- Danışanın yaşam öyküsünün yeni baştan kurulması, dağınık olarak ifade ettiği duygu ve yaşantıların derlenip toparlanarak örgütlenmesi.
- Sonunda danışanın bu hikâyeyi kendine özgü anlamlarıyla dünyadaki varoluşun çarpıtılması olarak kavraması.
- Az ya da çok birbirine benzer temaları ve bunlara bağlı alt temaları açıklığa kavuşturma.
Bu ilkelere ağırlık veren varoluşçu-fenomenolojik yönelimli terapistler, bu tür psikoterapinin psikanalizle büyük bir benzerlik gösterdiğini belirtirler. Ancak bu yaklaşımın psikanalize üstünlükleri olarak aşağıdaki tezleri ileri sürerler:
- Psikanalizin temellendirildiği metapsikoloji ve dürtü kuramının mekanikliği bunda yoktur.
- Bu yaklaşım, psikanalizdeki deney öncesi (apriori) açıklayıcı bir sistem üzerine kurulmuş zihinsel bir kurgu olan yorumun tuzaklarından sıyrılmıştır.
Varoluşçulara göre, yaşantı ve deneyimlerin anlamı gizli ve örtük bir ruhsal düzeyde saklı değildir, yani bilinçdışında değildir. Tersine açık bir düzeydedir. Ancak yapılması gereken şey anıştırmayı (metafor) açıklığa kavuşturmaktır.
- Egoyu Yeniden Eğitme
Psikoterapi, ego-dünya ilişkisindeki çarpıklığı (patoloji) danışana keşfettirir. Ancak psikoterapi yalnızca bir keşif süreci değildir. Amaç ego fonksiyonlarının arzu edilmeyen belirtilerini ortadan kaldırmak değil, egonun kendisini gerçekleştirme yeteneğini yeniden yaratmaktır. Danışan patolojik sınırlar dışına çıkarak kurban olma gibi pasif bir bilinçten, kişisel yazgısının sorumluluğunu yüklenme biçimindeki aktif bilince doğru gelişmek zorundadır.
Terapide bu yöne ağırlık vermek, bir bakıma otantik egonun olanaklarını yasaklara, kısıtlamalara ve temalaştırmalara karşı yeniden ortaya çıkarma işlemine önem vermek demektir. Bazı düşünürler bu niteliğin de psikoterapi tarihinde daha önceki bazı akımları hatırlattığı inancındadırlar.
Varoluşçu psikoterapistler içinde bu yöne en büyük önemi veren Victor Frankl’dır. Frankl, egoyu tedavi etmek amacıyla eklektisizme yönelerek hipnoz, davranış tedavisi, ilaç tedavisi ve gevşeme egzersizlerini bir arada kullanmaya kadar işi ileri götürmüştür. Bunlara kendi yarattığı “logoterapi” adlı yöntemi de eklemiştir. Bu yöntemin temel hedefi, danışanda az ya da çok miktarda kaybolmuş olan egonun temel gücünü, yani iradeyi geliştirmektir. Frankl’a göre, yaşamında artık anlam göremeyen bir kişi hastalanır, çünkü insan anlam yokluğunda varolamaz. Logoterapide, varoluştaki kişisel amaç ve değerlerin keşfedilmesine engel oluşturan şeylerin analizi, zorunlu olarak anlama çabasını ve öznelliğe saygıyı gerektirir. Ancak logoterapi aynı zamanda iradeyi ve sorumluluk duygusunu uyandırmaya ve desteklemeye yönelik teknikleri de içerir.
Öznel olarak olanaksız gibi görünen durumlardan kaçmamak ve onlarla yüz yüze gelmeyi göze almaktan ibaret olan “zıt niyetleme” (l’intention paradoxale) yoluyla, ayrıca danışana dayanabileceği kadar sorumluluklar vererek yaşamın anlamında ve davranışlarda değişiklik yaratmak olanaklıdır. Sorumluluk logoterapide kilit bir kavramdır. Bu tür psikoterapi bugüne (şimdiki zamana) verilen anlamın değiştirilebileceği gerçeğini vurgular.
Kimi fenomenolojik yönelimli varoluşçu psikoterapistler için bu üç belirleyici çizgi arasında bir denge kurulabilir. Bu üç temel çizginin yarar ve sakıncaları şunlardır:
- Yüz Yüze Yöntemi
Bu tür ilişki, danışanın sürekli susmasına neden olabileceği gibi, düşünce ve duyguların serbest çağrışımına da bir engel oluşturabilir. Bu olumsuz etkiler de egonun savunma araçlarını kolayca harekete geçirebilir. Bu teknik sakıncanın yanında, birçok olumlu yararı da vardır. Danışanı aşağılayıcı ve başarıyı engelleyici bir durum yaratan divanın sakıncalarından kaçınmanın yanı sıra, kişiler arası ilişkide eşitlik gibi elverişli bir durum yaratır.
Yukarıda sözü edilen sakıncaları ortadan kaldırmak, karşılaşan bakışların yaratabileceği sıkıntılı durumları önlemek amacıyla koltukları eğri yerleştirmek, suskunluğa dayanmayı öğrenmek, ilk seansta danışanla birlikte çalışmanın gerekliliği ve muhtemel biçimleri konusunda bilgi vermek önerilmektedir.
Terapistin görevi, her türlü sorgu, yorum ve açıklamadan, her türlü ahlaksal değerlendirmelerden ya da ahlâkçı tartışmalardan, ayrıca teselli ya da moral destekleme davranışlarından sistemli bir kaçınma olmalıdır. Rogers’ın salık verdiği bu tür yaklaşım, her tür telkin, ikna ve anlatılanların anlamı üzerindeki varsayımlarla, spekülatif tartışmaları dışarıda bırakır. Buna karşılık, danışan üzerinde tam bir odaklanma önerilir.
- Anlama
Bu kategorinin yarattığı yöntemsel sorunlar ve yararlar şöyle sıralanabilir:
- Fenomenolojik paranteze alma (fenomenolojik redüksiyon) tekniğini uygulama sırasında karşılaşılan sorunlar: Bu yöntemin gereği olarak tanı ölçütleri ve sistemleri, kişilik analizleri gibi tüm referans sistemlerinden sistemli olarak uzak durmak bu işe yeni başlayanlarda ciddi bir güvensizlik yaratabilir. Bu sakıncayı gidermenin yolu, kişisel varoluşçu analizini yaptırmış olmak ve bu güvensizliğe katlanmanın yolunu öğrenmiş olmaktır. Terapist, hiçbir atıfta bulunmadan ve ortak bir iletişim aracı gibi görünen dilin ilkel tuzaklarına düşmeden danışanın dünyasına nüfuz etmek durumundadır.
- Danışan tarafından ifade edilenlerin anlamını açıklığa kavuşturma sorunu: Binswanger’in sözleriyle söylersek, bu sorun şöyle çözülebilir: Danışan tarafından anlatılan her bildirimin anlamı, ancak onun yaşantıları çerçevesi içinden çıkarılabilir. Bunun yolu danışanı kendi dilinin akışı içinde dinlemeyi bilmek ve “…nın anlamı sizce nedir?” biçimindeki soruları sormayı bilmekle mümkün olur.
- Anlama kategorisinin ortaya çıkardığı sorun terapistin ilk planda neyle ilgileneceğine ilişkindir. Yani hastanın geçmişi ile mi, yoksa şimdiki durumuyla mı ilgilenmek gerekir? Fenomenologlar için ilke olarak araştırılması gereken halihazırdaki (güncel olan) varoluştur. Doğal olarak danışan anksiyetesi ve obsesyonları ile geçmişte yaşıyor olsa bile, danışanın içinde yaşadığı dünya onun şimdiki varoluşudur. Geçmişin bugünle ilişkisi fenomenologlar için kronolojik bir ilişki değildir ve Freudçu anlamda tarihsel nedenselliği içermez. Geçmiş, güncel olarak yaşanmış deneyimlerin içinde hazır bulunuşu nedeniyle şimdiki zaman içindedir.
Varoluşçu terapilerin kuramcıları açısından bakıldığında psikoterapiler özetle şöyle tanımlanabilir: Terapistin gösterdiği anlama çabası ile danışan kendisini anlamayı, onun kişiliğini koşulsuz kabullenmekle kendisinden gelen şeyleri kabul etmeyi öğrenir. İfade ve seçme özgürlüğü kazanma yolundaki çıraklığını tamamlayarak varoluş karşısındaki pasif tutumunu terk eder. Danışanın dünyasının birlikte karşılıklı katkılarla keşfedilmesi işlemine danışan da kendi gerçek varoluşunu yeniden fethetmekle katılmış olur.
Temel görüşlerini kısaca özetlemeye çalıştığımız varoluşçu ve fenomenolojik yönelimli yaklaşımlar 1950 ve 60’lı yıllarda antipsikiyatri akımının doğmasına yol açmış ve tüm kurumsallaşmış psikiyatri ve psikoterapi uygulamalarını köktenci bir biçimde sorgulamaları ile bu alanda büyük bir canlılık ve yenilik sağlamıştır. Belirli bir teknik olmaktan çok, bir insan anlayışı ve tedavi görüşü olarak varoluşçuluk, yönelimi nasıl olursa olsun, her terapist için vazgeçilmez bir temel dayanak işlevini bugün de sürdürmektedir.
Kaynak: Psikoterapiler, Prof.Dr. Cengiz GÜLEÇ
Psikoterapiler
“Bu kitapta amacım ruh sağlığı alanında çalışanlara psikoterapi yaklaşımlarını kuşbakışı bir biçimde tanıtmaktır. Uygulama ve kuram açısından sağlam ve tutarlı bir çatıya sahip olan psikanaliz kitapta ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Psikanalizden kök alarak bağımsız bir yaklaşım olarak gelişen Geştalt terapi, transaksiyonel terapi, varoluşçu terapi, grup terapileri, aile ve evlilik terapileri, cinsel işlev bozukluklarında psikoterapi, meditasyon ve psikoterapi ilişkisi hakkında tanıtıcı bilgilerin yanı sıra, kültür, kişilik ve psikoterapiler konusunda eleştirel değerlendirmelerime de yer verdim.”
Prof. Dr. Cengiz GÜLEÇ